Hayal İle Gerçek Arasında


Tanımlarüstü manifesto; yazıyoruz. Hakkımızda bilmeniz gereken tek şey bu; yaşıyor ve yaşadıkça bir şeyler yazıyoruz...

3.3.16

Babamın Meşhur Bir Sözü Vardır

Babamın meşhur bir sözü vardır. “Zamanında ben olmadan bu iş yürümez diyenler, şimdi mezarın altındalar.”
Hayatımızın altın yıllarında olan biz gençlerin çoğu okul denen bozuk sistemin kurbanı olarak uyanıyoruz her sabah. Bilgi, muhteşem bir nimettir fakat okullarda verilen eğitimin gerçekten yararlı bilgiler olduğunu söyleyemeyeceğim. İngilizce dersinde bile konuşmayı değil grameri öğrenen bir nesiliz. Daha Türkçe dersinin bile yapılarını zor öğrenirken bilmediğimiz bir dilin yapılarını öğreniyoruz. Evet tek tezimle eğitim sistemini çürüttüm. Fakat asıl dikkat çekmek istediğim konu bu değil. Her ne kadar saçma bir sistem olsa da, hepimizin bildiği gibi eğitim şart. Geçenlerde kafama bir konu takıldı. Sizlerle paylaşma gereği duydum. Makarayla geçilen sınıflar, kaynatılmak istenen dersler. Gençler bunlar bize bir şey katmıyor. Aksine hayatımızı boşa geçiriyoruz. Bakın yaklaşık 12-16 sene civarı okul okuyorsunuz. Size kalkıp desem ki 16 senenizi siliyorum. Tüm diplomalarınızı yaktım. Bana küfür ederdiniz. Halbuki 16 senenizi gerçekten kendi ellerinizle yakıyorsunuz ve bunu farkında değilsiniz. Farkında olduğunuzda iş işten geçmiş olacak ve geçen 16 seneye yas tutacaksınız. Geçen okuduğum bir kitapta yazar Paul Graham diyor ki: %30 verimle 10 sene çalışıp yılda 30 bin lira cebinize koymaktansa; bu verimi %100 e çıkarıp 10 senede 1 milyon lira kazanmak. Tamamen akıl kârı. Yani demek istediğim şu ki bir işi hakkını vererek yapın. Ya da boşuna sürünmeyin. Yolda gördüğünüz lüks arabalara binmek istiyorsanız ya çok şanslı olmalısınız ya da gerçekten hakkını vererek çalışmalısınız. Bu okuduğunuz yılları ders kaynatarak geçirmek işinizden %10 verim almaktır.
Arkadaşlarımın çoğu üşengeçlikten şikayetçi. 1 ay öncesine kadar ben de çok üşengeçtim (bir insan telefonu şarja takmaya üşenir mi?). Aslında üşengeçlik sadece alışılagelmiş geçici bir durum. Kendinize bir hedef koyup uğruna çalışmaya başlarsanız 1 ay içinde üşengeçlik diye bir hastalıktan eser kalmıyor. Bu aynı koşmaya başlamak gibi bir şey. Tempoyu tutturmak önemli. Gerisi zaten, kendiliğinden geliyor…
Eğer gerçekten kazanmak istiyorsanız her şeyi bir kenara bırakıp çalışmaya başlayın. Emeksiz yemek olmaz. Yok ben çalışamam diyorsanız. Amelelik etmeyin arkadaşlar. Okulu bırakın. Atın kendinizi yetenekli gördüğünüz bir kuruma. Çırak olarak başlayın. Para biriktirip öğrendiklerinizle bir yer açın. Ticarete atılın. Şansınızı deneyin. Boşuna okullarda sürünmeyin. Okumak isteyen arkadaşlarınızı da derslerinden mahrum etmeyin. Kendi zamanınızı da boşa harcamayın. Size şunun garantisini verebilirim. Arkadaşım babasıyla ticaret yapıyor ve Kia Sportage marka jipe biniyor. Herkesin yetenekli olduğu bir konu vardır. Yeteneklerinizi boşa harcamayın. En önemlisi “Tembel olmayın”. Sağlıcakla kalın.
Devamı »

19.1.16

Sen, ben ve o

Ben ucuz romanlar yazarken sen mevsimi aşka çağıran şiirler yazıyorsun. Belki de bu sebepten yıldız kaymıyor İstanbul'da. Seni bana getirme ihtimali olan her şeyi öldürüyor Tanrı. Çünkü o çok adil ve ben seni hiç haketmiyorum. 
Devamı »

Dünyanın en zor imtihanına

Yasak meyveyi yesin ve 
sürgün edilsin Adem 
Devletler yıkılsın 
Tufan kopsun 
Okyanuslar kurusun 
Çaldığımız sınavın soruları yanlış basılsın
Ama günün sonunda bitmeyen bir şarkı olsun sevmek
diye yazdırıyorsun bana, sevgim uçsuz bucaksız evet, fakat günün sonunda değil yalnızca, ömrümün sonunda da böyle kalsın istiyorum bu sevgi. Sevmek, bitmek bilmeyen bir şarkı olacaksa ancak Adem'in sürgününe razı gelebiliyorum. Çünkü Adem'den başlayan ve çocuk ölümleri ile devam eden bu acıyı sadece kendimi kollarına bıraktığımda unutuyorum ya da dizlerine, şefkatli ellerine, güzel bakışlarına bıraktığımda...
Bana her şeyi -kelimenin tam anlamı ile her şeyi- unutturuyorsun. Her şeye baskın geliyorsun. Ruhumun açlığını gideriyorsun. Ben seni sevince bıçakla Niğde gazozu açmak ve matematik kolaylaşıyor. Ben seni sevince, kuşlar cıvıldamaya başlıyor, Sezen Aksu bir şeyler mırıldanıyor, Türkiye'nin en genç keman virtüözü bütün hünerlerini sergiliyor, bir çocuk en samimi en güzel gülümsemesi ile gözlerimin içine bakıyor. Sen gülünce ben çocuklaşıyorum, çizgi filmler başlıyor. Sabah yedide uyanmış o mutlu çocuk oluyorum yeniden. Sen gülünce, şehri kötülüklerinden arındıran bir yağmur yağıyor, birileri gökyüzüne bir sürü yıldız serpiştiriyor. Ve ben uykularımın bölündüğü saatlerde, her soluk alış verişimle beraber gülümseyişini düşürüyorum aklıma. Gülüşün içime işliyor usul usul, kanıma karışıyor, içimde tomurcuklanıyor, büyüyor, büyüyor ve ben de gülüyorum. Gecenin bir yarısı içimde gülüşünü büyütüyorum ve gülüşün de benim bütün hücrelerimi gülümsetme kerametini gösteriyor. Şaşkın, hayran, memnun, aşık bir vaziyette gülüşünün gözlerinden öpüyorum. 
Zira öleceksem, gözlerinden ölmeliyim...

 -ben seni sevince hiç olmadığım kadar şiir
  dolu oluyorum, bir yerde okumuştum:     
 "içinden şiirsiz geçilemeyecek kadar derin
  gözleri vardı." diyordu yazar. Senden
  bahsediyormuş-
Devamı »

Dünyanın benzinli motoru "Türkiye"

"Alıntı
Memleketçe zamanında bir yerlerden çok fena beddua almış olmalıyız arkadaşlar, bizdeki akıl dışı pahalılığın başka türlü bir açıklaması olamaz çünkü. Tamam dünya insanları olarak hepimiz kapitalist sistemin köleleriyiz, iş sahibi de olsak çalışan da olsak bir şekilde hepimiz hayatımızı idame ettirebilmek üzere paraya ve güce hizmet ediyoruz. Ama diğer ülkelerdeki kölelerin durumlarına, alım güçlerine bakınca insan imrenmeden de edemiyor.
İlgi alanım otomobiller olsaydı onlardan örnek verirdim zira an itibariyle telaffuz edilen rakamlara razı olup otomobil almaya niyetlendiğiniz zaman kimsenin size deli gömleği giydirmeyeceği tek yer bizim ülkemiz. Normal satış fiyatı atıyorum 20.000$ olan bir otomobili biz,vergileriyle kar paylarıyla bilmem neleriyle 50.000$’a alıyoruz. Fiyata bindirilen kalemler arasında devletin radyo ve televizyon kurumuna aktarılan pay bile var.
Tezgahın üzerinde bekleyen iyice yoğurulmuş kasap köfte kıvamındaki toplumun bir parçası olmanın cezası bu olsa gerek. Bize zamanında “Üretmeyeceksin, herhangi bir şeye ihtiyacın olursa biz sana satarız” demişler ve olaylar gelişmiş. Yahu bir yandan da adamlara kızamıyorum, eğer ben süper güç olsaydım böyle bir nüfusu, böyle bir pazar potansiyelini ben de aynı şekilde kullanmak isterdim. Yani düşünsenize, karşınızda öyle kompleksli bir toplum var ki kendi lahmacun salonlarına, çay bahçelerine burun kıvırıp sizin onlara dayattığınız Burger King’leri, Starbucks’ları başının üzerinde tutar hale gelmiş. Hatta olayı o kadar abartmış ki kendi markalarına bile yerel isimler koymak yerine, sizin rüzgarınızdan faydalanmak üzere yine sizin dilinizde isimler koyar olmuş. Kendi benliğini bile hiçe sayacak kadar aşığınız olmuş böyle bir muhatap karşısında “Yok gardaş yok biz seni hiç sömürmeyelim sen kendin üret, kendi yağında kavrul” demek baya baya aptallık olurdu.
Gelelim olayın benim kuyruğuma basan tarafına. Böyle bir ortamda teknoloji meraklısı olmak lanetlenmiş olmak gibi bir şey. Hele bir de hammaddeden, üretim maliyetlerinden, marka değerlerinden falan az buçuk anlıyorsanız, sabahtan akşama kadar köpek gibi çalışıp kazandığınız paracıklardan 15 doları, normalde 3 dolar ettiğini bildiğiniz bir ürüne verirken eliniz titriyor, canınız yanıyor. Acısız ve gözü kapalı satın alma eylemleri gerçekleştirdiğiniz günleri özlüyorsunuz. Annenizin yaptığı halis muhlis doğal patates kızartmasını elinizin tersiyle iteleyip “Keşke bizim ülkemizde de Mek Danıls olsa, reklamlardaki zengin insanlar gibi yaşasak, onlar gibi güle eğlene kıtır patatiz kızartmaları yesek” deyip saf saf, sizin kaynaklarınızı kullanarak sizi tüketen dost yüzlü düşmanlara aşık olduğunuz günleri hatırlıyorsunuz.
Neyse, her fırsatta eleştirdiğim sistemin kallavi kölelerinden biri olarak Asus’un bir leptop modelini uzunca süredir takip ediyorum, hatta almakla almamak arasında sürekli gidip geliyorum. Bizim memlekete sadece bir tane firma getirmiş ve üzerine maliye bakanının özel otomobilinin vuruğunu düzelten sanayi esnafının yeğeninin düğün masrafına kadar binlerce kalem bindikten ve ayrıca firma üzerine karını koyduktan sonra fiyatı ebesinin hörekesi gibi şişmiş. Normalde gavuristanda 2.500 TL‘ye tekabül eden bir meblağ karşılığı satılan, bu halde üretildiği fabrikanın giderlerini, işçilerinin maaşlarını ve tüm taşıcıyıların karlarını çıkaran bilgisayar bizde 3.900 TL‘ye satılıyor. Gavuristandaki kapitalizm kölelerinden çok çok daha az kazanan insanlarız ve fakat onlardan kat be kat daha fazla para ödemek durumunda bırakılıyoruz. Öyle de güzel bir sistem kurulmuş ki tutup membağından da sipariş veremiyorsunuz, gümrükte yine aynı kalemler üzerine basılıyor.
Yazık lan bize, valla yazık. Şahsen vergimizi verelim ekonomimizi koruyalım gibi ifadelerin hiçbiri bu duruma farklı bir açıdan bakmama neden olmuyor. Eğer ben bir bilgisayara 1.300 küsür Lira fazla para ödüyorsam, iyimser bir yaklaşımla 700 TL’si satıcı firmanın karı ve masrafı olsun desek, 600 TL’yi direkt devlete ödemiş oluyorum. Fakat ortada bu paranın karşılığı olarak bana dönmesi gereken daha güvenli, daha konforlu, yüksek standartlara sahip bir yaşam imkanı yok. Yani ben o parayı ödemeyen gavurlardan daha yüksek yaşam standartlarına sahip değilim. Dış borç iç borç cari açık falan alayı kafa bulandırıcı şeyler, yıllardır her alışveriş eyleminde KDV’sinden ÖİV’sine kadar envai çeşit vergi ödüyoruz, neyin borcu, neyin açığı olabilir ki bu kadar uzun süre öde öde bitmesin valla aklım almıyor."
    Bu muhteşem tespitli yerinde espirili alıntı yazım üzerine karar verdim ki gereksiz lüks her şeyden bir bir uzaklaşacağım. Bu sisteme isyan eden biri olarak el kol bağlamak yerine yapmam gereken ne varsa yapacağım. Tekstilde ihracat kralı olan bi ülke olmamıza rağmen yabancı markaların mağazalarına girmekten vazgeçeceğim. Neymiş bu marka takıntımız? Uyanma vaktimiz gelmiş ve de geçiyor. Elimizdeki Iphone 6S lere gözümüzdeki raybanlara altımızdaki 2litre arabalara ne gerek var ki? Yani olsalar elbette hoş ama bu paraları yabancı insanlara özellikle hak etmeyen kişilere zar zor kazanmamıza rağmen kuruşu kuruşuna vermeye ne gerek var? Yahu bundan 10 sene önce 3310la haberleşebilen insanlardık. VCD den film izleyen insanlardık ne ara oyun grafiklerimiz televizyonlarımız 4K olcak ulan diyecek kadar yüzsüzleştik? Kimin yazdığını unuttuğum adamın da söylediği gibi. Hayatta ne kadar fazla şeye sahip olduğun değil ne kadar az şeye ihtiyaç duyduğun önemlidir. 
Sağlıcakla kalın dostlar.
Devamı »

11.1.16

Dialoglarım vol2

-sen eskiden insan mıydın Furkan
-muhtemelen
-muhtemel olmayan şey nedir
-Allah
Devamı »

2.11.15

Kafamdaki ithal sorular vol2

Sağlık bir insan neden delirir? Aklının iplerini salmasına ne sebep olur? Kayışı koparmak için kayışın ne kadar gerilmesi gerekir? Akıl bir kayışa mı bağlıdır ki kopunca delirirsin? Delirmek için aklı kaybetmek zorunda mıyız yoksa akıllı bir deli de olabilir miyiz? Ne kadar soru sorarsak delirmenin eşiğine geliriz? Ne kadar az sorarsak o kadar sağlıklı mı kalırız? Çok okumak delirmemize yardımcı olur mu? Çok düşünmek delirtir mi yoksa aklı güçlendirir mi? Düşünmek aklın antremanı mıdır yoksa aklı yorar mı? 
Düzenli ve sorunsuz bir hayatı olan biri delirebilir mi? Delirmenin genetik sebepleri varsa aklı başında bir ailede doğmak şanssızlık mıdır? Sorunsuz ve stressiz bir hayata sahip olmak şans sanılırken delirmeyi engellediği için aslında insanın başına gelebilecek en kötü şey midir? Hayatın kolay ve istediklerine saygılı olması seni neden mutlu eder delirmeni engelliyorsa? Zararsız ve akıllı bir deli olmak için çalışmak gerekli midir yoksa Allah vergisi bir imkan mıdır? Çalışarak delirilebilir mi? Aklını oynatmak ile delirmek aynı şey midir? 
Aklımda ki deli sorular beni delirtmiyorsa aklımda tutmalı mıyım yoksa salmalı mıyım? Deli sorular sormak mı yoksa deli sorulara cevaplar bulmak mı delirtir? Deliliğe kim karar veriyor peki? Takım elbiseli bir beyaz yakalı aslında deli olamaz mı? Berduş bir şarapçı mı olmak lazım deli olabilmek için? 
Deliler deli olmayanlara ne diyorlar acaba? Yada tekil bir deli dünyası var mı? Delirmenin inanılmaz avantajlarından yararlanmak için neler yapmak lazım? Delilik parayla satın alınabilir mi? Alınabilseydi bütün zenginler delirirler miydi? Yoksa zaten deliler mi? Paranın satın alamayacağı bir şeyse delilik acaba nasıl elde edilir? 
Delirmenin kuralları var mıdır yoksa rastgele mi gelişir? Deliliğin kuralları varsa bu deliliği tek düze yapar mı yoksa tek kural kuralın olmaması mıdır? Kuralı olmayan bişey de ne yapacağımıza nasıl karar vereceğiz? Bu kararı verebilenler mi delirebiliyorlar? 
Aklı kutsamanın delileri kıskanmakla bir alakası olabilir mi? Aklı olanın her istediğini yapabileceği deliliği talep etmemesi aslında aklının yetersiz olduğunu göstermez mi? Bu durumda delirmek için az değil çok akıl gerekli değil midir? Çok aklı olan aklını delirmek için kullansa daha iyi etmiş olmaz mı? Delilerin dünyaya kattığı şey akıllı olmanın aptalca olduğu gerçeği midir? 

İstenmeyen-adam.blogspot'dan alıntıdır.
Devamı »

1.10.15

Kafamdaki ithal sorular vol1

Neden okullarda mesela günde birer saat 'Gökyüzüne Bakma' ya da 'Sessizliğin Tadını Çıkarma' dersi yok?

Yeni Şafak yazarı Gökhan Özcan'ın satılarından benim zihnime düşmüş ve zihnimi meşgul eden sorudur.

 Yeni yazı dizisi hayırlı uğurlu olsun. Kafamdaki ithal sorular devam edecek...
Devamı »

24.9.15

BAYRAM SEVİÇSİZLİĞİ

Bu bayram her zaman olduğundan farklı bir bayram.Bayramın sevinçsizliği içindeyim.Sensizliğin içerisinde sesini duymadan geçirdiğim bir bayram bu.Seni arayamamak, senden haber alamamak,sensiz kalmak...Yaşamdan dahi keyif almadığım şu günlerde kimse benden bayram sevinci yaşamamı beklemesin.Bu buhranın tarifi olamaz.Seni gördüğüm gün,sana, aşk-ı ilan ettiğim gün özgürlüğe uçtum.Gerçek aşkı buldum sandım.Lakin hayat ile bir anlaşmamız vardı.Ben ne zaman herşey istediğim gibi gidiyor diye düşünsem ve mutlu olmaya başlasam hayat kendine gel dercesine silkeliyordu beni.Kısacık bir huzur,kısacık bir özgürlük ama hemen ardından yine gerçek hayatıma dönüş.Kısacası durumum beş dakikalığına kasabın elinden kaçıp özgür kalmış ama yine de kesiliceğini bilen koyun misali,seni görüp sevmem ve beni ölüm ateşine atarcasına reddedişin.Şu anda keşke vize almasaydımda Amerika'ya gitmeseydim diyorum.Seni görmesem,sana aşık olmasaydım.Kendimi senin için bu kadar heder etmeseydim.Kendime hayatı bu kadar zorlaştırmasaydım.Ama bir dakika ne demiş Erich Fried “Sana rastlamasam hayat daha kolay olurdu belki,ama o benim hayatım olmazdı.”İşte benimkiside böyle bir hikaye.Bal kovanının içersine düşmüş karınca misali.Bal tatlıdır,her derda devadır ama o karınca için o bal artık bir ölüm yuvasıdır.işte benimkiside böyle bir hikaye herkesin mutluluk ve huzur buduğu aşktan ben yine,tekrar ve herzaman olduğu gibi payıma düşen acıyı alıyorum.Vesselam...

Emin kardeşim yazmış. Bütün aşk acısı çekenlere hitafen paylaşıyorum ben de...
Devamı »

22.9.15

Modern bilimin açıklayamayacağı büyülü bakışlar

Cennetin içi yansıyordu gözlerinden. Sözlükte karşılığı olmayan tarifsiz duygulara sürükleniyordu insan o kızın gözlerine bakarken. Tarif edemediği bir duygudan bir diğerine zıplıyor, bu tarifsizlik içinde boğuluyor ama bundan büyük bir haz duyuyordu. Bazı şeyleri daha iyi kavrıyordu, Oğuz Atay'ın "kelimeler albayım, kelimeler bazı anlamalara gelmiyor" diyişini ve bir güzelliği tarif edememenin o güzelliği nasıl yücelttiğini. Her şeye rağmen deneyecek olsa, aşırı derecede yorgun dönülen bir spor müsabakasından sonra girilen duş diyebilirdi o bakışların tesirine; öyle arındıran, öyle dinlendiren, öyle ihtiyaç duyulan bir şeydi işte o bakışlar. Bir lunapark da diyebilirdi o bakışları tanımlamaya çalışsa. Çünkü bir sürü gülümseyen çocuk görüyordu onun gözlerinde.O kızın bakışlarında asla kaybolmayan tebessümleri eşliğinde oyunlar oynayan ve güzel sıfatına kesinlikle layık çocuklar vardı. O kızın bakışlarında aşk vardı, inanç vardı, çocukluğumuz vardı, eşsiz güzellikler vardı. O kızın bakışlarında o an ruhumun mutmain olması için gereken her şey vardı. Artık karanlıktan korkmuyordum, artık buzdolabının kapağını kapatır kapatmaz koşmaya başlamayacaktım, hüzünlü şarkılar yerini sevinç naralarına bırakacaktı. Artık o vardı, o kız vardı, o kız gelirken huzuru getirdi bana, güven duygusunu, emin olma hissini, korkularımın üzerine gidecek cesareti. Her türlü kavgada motivasyon oldu bana, yorulduğumda kollarında dinlendim, sinirlendiğimde ellerini tutarak yatıştırdım sinirimi. Gözlerimin içine bakarak bütün kötü şeyleri unuttururdu. Eminim o kız bir peygamber olsaydı mucizesi bu olurdu: bir bakışı ile bütün kötülükleri alıp çok uzaklara savurmak.
Devamı »

13.8.15

Kafamdaki sorular vol2

kahverengi gözlerinden, gökyüzündeki en güzel mavinin içime akışı hakkında popüler bilim ne yorum yapabilir?
Ya da, benim ruhumu bütün siyah noktalarından arındıran bakışlarının manevi literatürde bir karşılığı var mı? 
Gözlerine baktığımda bir çeşit sersemlik haline bürünüyor, bir nevi sarhoş oluyorum. Gerçekten içmeden de sarhoş olunuyor mu? Ve daha da önemlisi, bütün bunları bir anlık bakışın mı yazdırıyor? 
Devamı »

Kafamdaki sorular vol1

Benimle göğe bakar mısın?
Yalnızca göğe bakarak bir sevdanın büyüyebilmesini sağlayabilir miyiz?
Ruhum odaya sığmayacak kadar büyür mü?
Odadan taşan ruhum, ruhuna değer mi?
Ruhen sarılır mıyız?
Çiçekler hiç solmamak üzere açar mı?
Solmasını aşkımızın engellediği çiçekleri beraber fotoğraflar mıyız?
Aşk, çiçeklerin solmasını engelleyecek kadar güçlü mü?

İlk ve son sorulara ilişkin bir şeyler dökmek istiyorum buraya:
Ilk soruya evet de, çünkü şairin de dediği gibi gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir.
Ve son soruya evet diyorum, evet: Aşk ölü bir gezenene yaşam verecek kadar güçlüdür.

Son bir soru: odaya ya da eve değil de, Dünya'ya sığmazsa ruhum, bendeki aşk bir gezegene hayat öpücüğü verebilir mi?
Devamı »

25.7.15

Dialoglarım vol1

Fark ettim de, gün içinde geçen dialoglarda çok şairane konuşabiliyorum. Bunu bir yazı dizisi haline getirmek ve beğendiğim dialogları sizlerle paylaşmak istedim. Haydi Bismillah, dialoglarım adlı yazı dizisine başlıyorum.

Ben:Benim blog için hayal ettiğim şey; afilli filintalar kıvamına gelmesi. Sadece ben ya da Berke ile kısıtlı kalmasını hiç istemiyordum. Zaten sonradan sen ve aptal kel bir adamın yazıları geldi. Asım'ın şiirini geldi. Enes örcün ile konuştum. Yazdığı bir şey olursa gönderecek. Farklı yazarlar olsun istiyorum. Çünkü süreklilik ve farklı görüşler için farklı yazarlara ihtiyacımız var. O yüzden bu beni mutlu eden bir gelişme oldu. Yeni yazılarını da bekliyorum. Hayata farklı perspektiflerden bakan insanlar yazmalı ki, her kesimden insana temas edebilelim. Güzel haber, teşekkür ediyorum.

Enes:Aynen cok haklısın kanki. Elimden geldiğince yazıcam inşallah

Ben:Harika. Yaz, yazdıkça da yolla. Geçenlerde muhteşem bir tavsiye okudum onu paylaşayım seninle; "yazar olmak istiyorsanız, yazın." demiş bir filozof.

Enes:Yazar olmak istemiyorsak?

Ben:Yazmak yalnızca yazar olmak için yapılan bir eylem değildir ki, bazen rahatlamak, bazen kendini ifade etmek, bazen de sadece içindeki bir şey yazman gerektiğini söyleyen dürtüye kulak vererek yazarsın

Enes:Sen yazıp yazıp yırtıyordun. Hiç mi için gitmiyordu?

Ben:Ruhuna yazdığın sözcüklerin bir kağıt parçasına indirgenmiş olamaması çok da rahatsız edici bir durum değil bence
Devamı »

24.7.15

Bir Rüzgâr ve Jilet

Yol arkadaşımın, kardeşim kadar yakınımın, dostumun, muhabbeti büyük keyif veren güzel adamın bana mısralarını ezberleten şiiri;


Bir Rüzgâr ve Jilet

N'aber yabancı
Niye düşmüş petrol fiyatı
Rusya'yı batırmak için
Bahaneye ihtiyaç mı var
Kötü huylu da olsa büyümemeli umutlar
Ve öldürülmeli tüm kuşlar
Yabancı beni güldürüyorsun
Dünya alttan üstten basıksa
soğuyabilir mi kutuplar
yüreği gibi bir askerin
Pi'nin virgülden sonrası kadar
Çocuk ölürken Ortadoğu'da
Nasıl şaşırmazsın yalancı
Sen doların yükselişi kadarsın

Yabancı, beni reklam aralarında dinledi
Sorulara nedenleriyle cevap verdi
Duysanız dediklerini deli derdiniz
Geç oldu ama anladım
onun derdi sizin de derdiniz
Baktım çevremdeki simalara bürünmüş
Herkese ve bana da tatlı görünmüş
Fizik içmiş biyoloji yemiş kimyayla büyümüş

Ve
sen
bizdensin, gülersin
yeni bölümünü izlersin dizinin
bilmezsin İsrail dibinde dizinin

Sus artık yalancı,
yoksa inanırım sana
saflık Payı büyük bizde
Yalanlarında gerçek payı var elbet
Ama payda çok büyük yalancı
Bölmek bu kadar kolaydı işte haritayı

Bize gereken belli
Şu doksan derceden dik
soysuz altı köşeli direği bükecek
bu esef ağacını kökten sökecek
Bir rüzgâr rahmetle Doğu'dan esecek
Ve bir jilet ki yarayı değil kolu kesecek

Asım Erdem



Devamı »

16.7.15

Kahverengi

Kendinden 'aptal kel bir adam' olarak bahsetmemi isteyen neşeli, fikirlerine çok değer verdiğim, kıymetli bir dostumun şiiridir.

Yırttım kağıtlarımı
Kafiyeler, ve acı hatıralar
Ve belki biraz idrak
Boş kafalarda çınlayan kelimeler
"Loading..." dedi hayat
Dönen bir çizgiyi takip ettim
Ve Pepsi dediler
Yaşatır seni.
Piyano notaları çınlıyor
Yukselip alçalırlen dusuncelerimle
Ve düşünce
Düşünce yükseldikçe
Hayat yetişemedi
İnsan bilmediğine anlayamadığına
Sövdü, döktü
Kustum hepsinin üzerine
Her kalemden ve renkten.
Anlamadılar
Protesto sesleri arasında
Ben de bağırdım.
Çınlasın şimdi kurşunlar.
Sekerler belki şakaklarımdan da
CNN'e konuk olup dinletirim kendimi.
Talent Show'lara çıkarım
Artık kahverengi hayaller.
Kocaman bir "es" halinde yaşanan
Akortsuz hayallerle
Ömür geçer mi?
Paçavralar kavrulur şafak vakti
Bulutlar süzülürken
Sayfalar dolusu para
Ve ölüm belki bazılarına
Mana demek belki.
Edat demek.
Işık vurdu sol omzuma.
Ve üşüdum.
Kulaklarım çınlıyor.
Devamı »

15.7.15

Bir dost yazısı vol2

yine bir dostum, bir yazısını yayımlamamı istedi, hayalleri olan bir adam yazmış. Buyrun;

Merhaba ben buralarda yeniyim çokça değer verdiğim, yılların dostluğumuzu eskitemediği bir kardeşimin(Furkan) ‘’Kanka, içinden ne geliyosa yaz yayımlarız’’ demesi üzerine bunu okuyanlara bir kaç şey yazmaya karar verdim.
Cümleye içinizde ukte kalan pişmanlıklardan başlamak istiyorum. Eminim bunu okuyan herkesin ‘’ulan be geriye dönebilsem ve şunları şunları yapabilsem keşke ama artık çok geç’’ dediği illaki olmuştur ama bana göre dünyadaki en aptalca söz çünkü zararın neresinden dönersen kardır demiş birileri, çok ta doğru demiş arkadaş, Şahsen hayalim emin olun hepinizden daha yoğamna dedirticek bi hayal, evet öyle ben amerikan futbolcusu olmak Türkiye'mi o bölümde de tanıtmak gücümüzü orada da göstermek için her gün çabalıyorum.
benim yaşımda bir amerikan futbolu oyuncusunun fiziği benim iki katımdır bakın bi umrumda mı? içimden diyorum ki çıksınlarda önüme öyle bi vuruyim ki kaskı çatlasın fiziksel açıdan imkansız belki ama hırs budur işte eğer hayallerinizi hedeflerinizi gerçekten istiyorsanız asla ama asla vazgeçmeyin her gün elinizden geldiğince hayallerinizin gerçekleşmesinde bi katkısı olucak herhangi bir şey yapın.
Kendini yorgun hissetsen bile başarı git gide senden uzaklaşsa bile hata üstüne hata yapsan bile hayallerin suya düşse bile kimse gayretini farketmese bile anlayışsızlık seni gülmekten alıkoysa bile ve hatta her şey hiçbir şey olsa bile vazgeçme ..yeniden başla.. arkadaşım sen büyüyünce istemediğin bir şirkette istemediğin bi pozisyonda istemediğin bi maaş ile çalışmayı hak etmiyorsun,hayatının her gününü istemediğin, sana aptalca gelen saçma sapan şeyleri yapmak mı yoksa 3 5 sene sevdiğin işi yapmak uğruna çektiğin acılar mı? Bir söz vardı hatırlayabildiğim kadarını aktarıyorum: Hayallerine giden yolda tökezlemek bile insani mutluluk verir. Yani siz siz olun önünüzde bir hedef, hayal varsa vazgeçmeyin sonra ölene kadar pişman olursun. her gününüz size batmasın.

Eğer ağaca tırmanmak istiyorsanız, yıIdızIara uIaşmaya niyet edin ki başarasınız.(Confucius)

Kişiye özel not; Enes, sana güveniyorum.

Dip not: Furkan Özdemir konuşuyor: Astronot, Amerikan fotbolcucusu, ünlü bir tenis ya da golf oyuncusu, buz hokeyi alanında bir efsane de, bu ülkenin en az, uluslarası popülaritesi olan bir gazeteci, hukukçu ya da siyaset bilimcisi kadar ihtiyacıdır. Farklı şeyler hayal etmek iyidir, korkmayın.


Devamı »

10.7.15

o kız ve güzelliği üzerine, yetersiz kalan deneme

Maraş dondurmasından, mavi göğü seyre dalmaktan, lilyum kokusundan, çocukluğumda annemin bana anlatmış olduğu bütün masallardan, bir meyvenin olgunlaşmasını ve mevsimlerin akışını izlemekten, yıldızlardan,  Tarık Tufan mısralarından, Onur Ünlü dizilerinden, Sherlock Holmes'un yaptığı çıkarımlardan, Tony Stark ukalalığından, arkada çalan blue foundation şarkısından, Hagi'li Galatasaray'dan, Maradona'lı Arjantin'den, Hidayet Türkoğlu'nun butter beazer attığı zamanlardan, koşturan, uçurtma uçuran, saklambaç oynayan, salıncakta sallanan ve bütün bunları koskocaman gülümsemesi eşliğinde yapan tüm küçük çocuklardan, hatta bu şehirden, evet, evet, İstanbul'dan, aklıma gelen bunca şeyden ve gelmeyen her şeyden daha güzelsin.
Devamı »

8.7.15

Arda Turan: Barça yapbozunun son parçası mı?

Arda Turan transferi üzerine bir yazı yazmak istemiştim. Ama fazlasıyla iyi bir yazı yazılmış ve ben bunu sizlerle paylaşmak istedim. Buyrun;

Günlerdir devam eden söylentiler, nihayet resmiyet kazandı. Artık biz Barça taraftarlarına düşen “Hoşgeldin Arda” demek ve yeni oyuncumuza Camp Nou’da güzel bir karşılama yapmak. Çünkü doğru olan bu. Diğer taraftan da gerçek şu ki bu transfer, Katalunya ve birçok başka ülkede kaşların kalkmasına sebep oldu ve transferi sorgulayanların tek dayanak noktası, anlaşmayı yapma kararının geçici Yönetim Kurulu tarafından alınmış olması değil. Çoğumuz, Türk yıldızın oyun içerisinde nasıl bir rolü olacağını ve Luis Enrique’nin takımında kendine nasıl ve nerede yer bulacağını sorguluyoruz. Soru şu: Arda Turan, Barça’ya bir üçleme daha getirecek yapbozun eksik parçası olabilir mi?

Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle takımın şu anki durumuna, yani Arda’nın Barcelona’da futbol oynamaya başlayacağı şartlara bir bakmamız gerekiyor. (Tabii, şunu da unutmamalı: Geçmişte eşi görülmemiş “geri satma maddesi” göz önüne alındığında transfer henüz bitmiş; Arda daha tam olarak Barcelona'lı olmuş sayılmaz.) Birincisi: Barça, teknik kadrosunun özenli çalışmalarıyla etkili bir kazanma formülü bulup onu mükemmele ulaştırmış ve bunun sonucunda unutulmaz üç kupa zaferine ulaşmış bir takım. Bu zaferi arkasında bırakarak yeni sezona başlıyor. İkincisi: Xavi Hernandez’in gidişiyle, orta sahada metronom misali takımın ritmini belirleyen, tek başına sorumluluk alarak oyunun ilerlemesini sağlama konusunda nadir görülen yeteneğe sahip bir oyuncu kaybedildi. Üçüncüsü:  FIFA’nın verdiği ceza yüzünden, Arda’nın yeni takımıyla ilk maçına çıkabilmesi için Ocak 2016’ya kadar beklemesi gerekecek.

Bu gerçekleri göz önüne alarak Arda’nın takımın neresinde yer bulacağını tahmin edebilir miyiz? Kadroda Ivan Rakitic, Sergio Busquets ve Andres Iniesta gibi dünya çapında oyunculardan, Rafinha ve Sergi Samper gibi işlenmeyi bekleyen mücevher gibi yeteneklerden oluşan harika bir orta saha olduğu düşünülürse, zor bir iş bu. Diğer yandan, Luis Enrique’nin üçleme yapmış bir takımı olmasına rağmen Arda gibi bir oyuncuyu neden istediğini anlamak da zor değil. Barcelona uzun zamandır belli bir oyun stilinde futbol oynayan, sahada yaptığı hamleleri fazlasıyla geniş bir yelpazeden seçmesine rağmen önceden tanımlanmış bir repertuara göre hareket eden oyunculardan kurulu. Luis Enrique, Arda’nın gelişiyle sahaya isyankar bir Andres Iniesta sürmüş olacak.



Geçtiğimiz sezon, Barcelona’nın hücumdaki seçeneklerinin tıkandığını nadiren gördük ama gördük. Arda ise cebinde onlarca yeni seçenekle geliyor. Türk yıldızın joker oyuncu olmak, oyunu değiştirmek konusunda eşsiz bir yeteneği var. Büyük bir Andre Iniesta hayranı olduğu bilinen Arda, yaratıcı bir orta sahadan beklenebilecek her türlü beceriye sahip: Dar alanda top kontrolü fevkalade, ayakları çok çabuk ve çalımlarıyla insanı şaşkına çevirebiliyor. Ama bunların yanında başka bir yeteneği daha var: Sahada cesaret gerektiren işleri denemek konusunda hayli gözüpek ve kararlı, adeta orta sahada bir Neymar. Gerard Pique’nin köşe gönderine sıkıştırdığı bir Andres Iniesta’yı, topu rakibinin bacaklarının arasından geçirip çalım atarken hayal edebilir misiniz?  Arda, Ocak’ta Barcelona’nın Atletico’yu 3-1 yendiği maçta bunu bizzat yaptı.

Barcelona, Arda’nın gelişiyle bir sokak futbolcusu kazandı. Artık elimizde futbolu Barça antrenörlerinin La Masia’daki tedrisatından farklı bir biçimde ve farklı bir yerde, İstanbul’un taşlı sokaklarında öğrenmiş bir oyuncu var. Arda’nın oyununu izlerken futbola sokakta başladığını hissedebiliyorsunuz. Sadece sakalı bile oyun tarzını tanımlamaya yetiyor: Futbolu cesaret ve özveriyle dolu; galip gelmek hırsıyla yanıp tutuşuyor. Sahada da bu dürtüyle hareket ediyor. Simeone’nin ona bakışını değiştiren şey de bu dürtüydü. Arda 2011’de Madrid’e geldiğinde meslektaşları tarafından fazlasıyla yetenekli ama tembel bir oyuncu olarak tanımlanıyordu. Madrid’den ayrılırken ise (Arjantinli antrenörünün de katkısıyla) sahadaki aksiyon girdabına girmekten asla çekinmeyen, rakip oyunculara sahayı dar etmek için her zaman ne gerekiyorsa yapan bir oyuncuya dönüşmüş durumda.

Bütün bunlara rağmen, Arda’yı yeni bir Xavi olarak da görmemeli. Futbol zekası fazlasıyla yüksek olsa da Barça’nın efsane oyuncu kurucusuyla kıyaslanamaz. 28 yaşındaki orta saha, sahaya oyunun temposunu kontrol altında tutmak için süreceğiniz bir oyuncu değil. Atletico kariyeri boyunca sık sık tempoyu düşürmek, oyunu sakinleştirmek için oyundan alındığına şahit olduk. Hatta, Türk yıldızın sahada kontrolünü kaybettiği anlar olduğunu da belirtmek gerek (Real Madrid’e karşı oyundan atıldığı Şampiyonlar Ligi maçı hemen akla gelen bir örnek). Yani, Arda buraya Xavi’nin yerini doldurmak için değil; Barça’nın orta saha cephanesinde yeni ve farklı bir silah olmak için geliyor. Kariyerinin en verimli dönemini yaşayan dünya çapında bir oyuncuyu hiçbir teknik direktör geri çevirmez. Luis Enrique de aptal değil: Arda’nın gelişiyle, Barça’da oynamaktan çok mutlu olacak ve hangi pozisyonda oynarsa oynasın, takıma katkı vermek için elinden geleni yapacak bir oyuncuyu kadroya kattığını o da biliyor.

Bazıları, “Pogba’yı transfer etseydik daha iyi olurdu” diyebilir. Başkaları, “Arda’ya gereksiz derecede yüksek bir bonservis ödendi” diyebilir.  Peki, üçleme yapmış bir takım için hangisi en iyi seçenek: Barcelona’nın oynadığı ligde yıllardır rekabet edip tecrübe kazanmış dünya çapında bir oyuncu mu, yoksa tarz açısından tamamen farklı liglerde top koşturmuş büyük ama ham bir yetenek mi? Pogba’nın özel bir oyuncuya dönüşme potansiyeli olduğundan kimsenin şüphesi yok. Ama “bitmemiş bir ürün” olarak tanımlanabilecek bir oyuncuyu kadroya katıp oyun tarzını Barça’ya uyacak şekilde değiştirmesini beklemek, çok tehlikeli bir kumar olmaz mıydı? Hele de, bu kumarın transfer rekoru kıracak astronomik bir bonservise ve takımdaki hiyerarşiyi bozacak yüksek bir maaşa mal olacağı düşünülürse...

Barcelona, Arda’yı getirerek kariyerinin en verimli döneminde, La Liga’yı tanıyan ve İspanya’daki futbol gerçeklerinin içini dışını bilen bir oyuncu kazandı. Arda, sahada göründüğü gibi bir oyuncu. Başka bir deyişle, bitmiş bir ürün. Real Madrid’in Assier Illaramendi için 38 milyon euro ödediğini düşününce, dünya çapında kaliteye ulaşmış bir oyuncuya 34 milyon euro bonservis ödenmesi beni rahatsız etmiyor. Barça taraftarının geçmişte Rüştü Reçber’le yaşadığı tatsız Türk oyuncu tecrübesi artık uzaklarda kalmış kötü bir hatıra sayılır zaten.

Sonuçta, Arda pekala Barça yapbozunun eksik parçası olabilir. Barcelona’ya transferinin kötü sonla bitmesi, yalnızca Luis Enrique’nin kendisini yanlış kullanmasıyla mümkün olabilir. Ancak Lucho’nun Türk oyuncuya Barça forması giydirilmesini direkt olarak talep ettiğini halihazırda biliyoruz. Asturyalı teknik direktörün aklında bir plan olduğundan şüphemiz yok. Dolayısıyla, Arda’dan beklentilerimiz yüksek. Kim bilir, belki de Türk yıldız hikayenin sonunda yapbozdaki bir parçadan çok daha fazlasına dönüşür...


Yazı: Savi Marquez

Devamı »

5.7.15

Stephan Hawking'e mektup

Sevgili Stephan Hawking'e

Çok zor bir hastalığa yakalanmana rağmen, insanlardan sana acımalarını beklemedin. Hayran olunacak bir duruş sergiledin. Adın uzun yıllar yaşayacaktır, saygı duyulacak bir adamsın. Ama sana bir şeyler söylemek istiyorum;
Biliyorum, bu yazıyı okumayacaksın. Ve öyle tahmin ediyorum ki, okusan da Dünya'daki en ünlü teorik fizikçi olarak 17 yaşında
(ki, bundan da emin değilim) bir çocuğun söyleyeceği bu şeyler pek anlamlı gelmeyecektir sana. Sana bu yazıyı, senin  bir söylemine cevap olarak yazıyorum.
Sen şöyle demişsin;
"Fizik ve matematik bize evrenin nasıl başladığını anlatabilir, ama insan davranışını öngörme konusunda pek faydası yoktur. Çünkü insanı anlayabilmek için sonsuz sayıda denklem çözmek gerek. İnsanları, özellikle de kadınları anlama konusunda herkes gibi benim de bir fikrim yok!"

Peki, ben ne diyorum; Kadınlar, erkeklere göre çok daha başka yaşam formları. Bizden daha çok konuşuyorlar, bambaşka bir dünyaları ve o dünyaları içinde bambaşka problemleri var. Onların rimeli akıyor, sen ise her şey teorisinin peşinde koşuyorsun. O yemek yaparken sen 13 bilinmeyenli bir denklem çözmekle meşgulsün. Fiziksel olarak farklı olduğun kadar, zihinsel olarak da farklısın bir kadından. Senin özelinde konuşmaya gerek yok, her erkek için geçerli bu. Kadınlardan farklıyız. Peki, nasıl anlayacağız bu dünyanın yarısını oluşturan ve diğer yarısını yetiştiren özel varlıkları. Ben diyorum ki, gel boşverelim bilimsel metodolojiyi ve benim öznel deneyimim üzerinden gidelim. Buyur, liste yapıyorum.
1-Bir kadını seversen onu anlarsın. En azından anlamaya çalışırsın ve anlamasan bile, kadın senin onu anlamaya çalıştığını anlar. Ki bu da yeterlidir onun için.
2-Bir kadını dinlersen onu anlarsın. Söylediklerini dinliyormuş gibi yaparak günü kurtarabilirsin ama hiçbir şey onun kurduğu bir cümleyi aylar sonra harfi harfine hatırlayacak kadar değer vermenden çok mutlu edemez onu.
3-Madde 2'nin önemini vurgulamak için sana, senden alıntı yapacağım. "Milyonlarca yıl boyunca, insanoğlu hayvanlardan farklı yaşadı. Sonra hayal gücümüzü ateşleyen bir gelişme yaşandı: Konuşmayı ve dinlemeyi öğrendik." Konuşmamın ve dinlemenin önemini gayet iyi bilen bir adamsın işte Hawking. Kadının için hem iyi bir dinleyici olacaksın. Hem de onunla konuşacaksın. Sana heyecan veren her şeyi onunla paylaşacaksın. İnan, kozmolojik bir bulgudan dahi bahsediyor olsan heyecanını hissettirerek anlatacak olursan, hayran hayran dinler seni o kadın.
4-Hawking, sana upuzun bir liste yaparım ama yol gerçekten uzun ve benim uykum var hacım. Bütün maddeleri iki kelimeyle özetleyeyim sana: aşık ol. Bir kelime bonus hakkım da var ise: aşık ol hacım.

Aşk, bir kadını anlamanı da, hayatını anlamlandırmanı da sağlayacaktır. En azından bende böyle oldu bu. Sen de bir dene bakalam...

Dip not: kadınları değil, yalnızca sevdiğiniz kadını anlamaya çalışın. Bana ne ulan başkalarından diyin. Bu tavrı sergilerseniz her halükarda anlaşırsınız zaten.
Demedi demeyin, hemen deneyin.

-Dip not, bütün halk için yazılmıştır. Hawking olmasanız bile üzerinize alınmanızın bir mahsuru yok.-
Devamı »

4.7.15

Podolski ve Nani transferleri üzerine

Türkiye beni futbola küstürmeden önce Uganda futbol ligindeki oyuncuları, onların maç başına gol oranlarını ve bonservislerini bilen bir adam olarak, Nani mi Podolski mi tartışmalarına uzak kalamıyorum. Denedim susmayı ama sosyal medya ortamında karşılaştığım yorumlar bana konuşmam gerektiğini hissettirdi. Nani, geçen sene Sporting'de kendini buldu ve iyi bir sezon geçirdi. Podolski'nin çok iyi bir sezon geçirdiği söylenemez. Ama Podolski hakkında haksız eleştiriler yapıldığını düşünüyorum. Özellikle de; "ben onu halı saha takımıma almam" diyen arkadaşın halı saha takımının forvet hattını Messi-Neymar-Suarez üçlüsü oluşturuyor sanırım. Nani transferinin fazlasıyla yüceltildiği ve Podolski transferinin küçümsendiği kanısındayım. Podolski büyük futbolcudur. Almanya milli takımı ile uluslararası arenada elde etmediği başarı yok, oynadığı klüpler ortada. Aynısı Nani için de geçerli, Nani  de ligimiz için çok büyük futbolcu.  İkisi de transfer başarısı. Fenerbahçe'nin  transferde gösterdiği başarının daha büyüğünü taraftarları Twitter'da transferden ballandıra ballandıra bahsederek yapıyor. Ben de bir Galatasaray taraftarı olarak, Podolski transferinin beni çok mutlu ettiğini bu yazı ile belirtmek istedim. Nani ve Podolski kıyaslaması elma ile armutu kıyaslamak gibi oluyor aslında. Biri forvet biri ise kanat oyuncusu, bu doğrultuda Podolski'nin maç başına gol ortalamasının daha yüksek olması gayet mantıklı. Bu sene Podolski Nani'den çok gol atar -bu da sezon için tahminim olsun- Bugüne kadar da öyle olmuş zaten, bknz: Podolski 399 maç ve 152 gol. Maç başına;0.380...  Nani 333 maç 62 gol. Maç başına;0,186...
Buradan yola çıkarak Podolski Nani'den iyidir demek yine abesle iştigaldir. Nani ve Podolski'yi kıyaslamayı bırakıp, klüplerin transfer başarısını tebrik etsek yeterli diye düşünüyorum. Galatasaray 4 milyon euro gibi uygun bir fiyata transferi bitirdi. Fenerbahçe ise nani için 7 milyon pound ödeyecekmiş sanırım. Oyuncuların yaşları neredeyse aynı, ödenen ücretlere bakınca Galatasaray daha uygun bir fiyatla ekonomik anlamda daha iyi bir transfer yapmış diyebiliriz. Altını çiziyorum, ekonomik anlamda. Sportif anlamda neler olacağını bize sezonun ilerleyen haftaları gösterecek. Yıllardır yolunun Türkiye'ye düşeceği yazılan futbolcular bu sene bir bir düşüyor. Sanırım bize de izlemek düşüyor ve belki de aramdaki buzlar ısınır futbolla. Güzel bir sezon olması dileğiyle...

Bu arada, Beşiktaş da dzsudzsak ile ilgileniyormuş. Çok iyi topçu o. Eto'o da bittiğine göre vatana, millete, ümmete hayırlı olsun bu sezon.

Devamı »

3.7.15

Başlık bulamadığım yazı

Uzun zamandır bir şey yayımlamıyordum. Az önce hayatım boyunca yazdığım en hüzünlü cümlelerden birini yazdım sanırım. Uzun zamandır bir şey yayımlamamak; acıklı, hüzünlü, kötü. Aslında bir sürü şey düşünüyorum ama yazıya dökmüyorum. Bir nedeni vardır elbet ama kurcalamaya gerek görmedim, siz de sormayın. Neyse, şu an yazmak ve yazdığımı yayımlamak istiyorum. İlk olarak projelerimden bahsedeyim. Blog için yazmış olduğumuz yazıları seslendirsek nasıl olur diye düşündüm, sanırım fena olmaz. Onu bir denemeyi düşünüyorum. Film eleştirisi yazmak istiyorum, kitap eleştirisi de olur. Sistem eleştirisi yazmak da istemiyor değilim ama sistem eleştirisi yazarsam beyefendiliğimi kaybedip sayıp sövmeye başlarım. O yüzden şimdilik uzak duruyorum bu işten. Ama çok sevdiğim bir bedduam var, 
-bedduaya âmin denir mi bilmiyorum ama siz diyin bence-  şuracığa bırakayım; Daha iyi bir eğitim almamızdan çok; sakallarımızın uzunluğunu önemseyen herkesin Allah belasını versin. Çokça âmin. Eğitim sitemini eleştiren insanlar gördükçe mutlu oluyorum. Sinan Canan eleştiriyor, Kaan Murat Yanık bir sağ bir sol kroşe vuruyor, halam eleştiriyor ve Sebiha hocam. Geçen şey demiş Kaan (Samimiyette bir sorun görmüyorum, zira röportajlarından tanıdığım kadarıyla okurları ile kafede kahve içmeye giden bir adam Kaan Murat Yanık.) demiş ki, 
"Akademi veya okulla aramın iyi olmamasının yegane sebebini yine bir cümleyle özetliyeyim; İlkokul ikinci sınıftan üniversite son sınıfa kadar İngilizce öğretilip, okul bittikten sonra İngilizce konuşmayan tek ülke Türkiye, dünyada. Çünkü eğitim sistemimiz berbattan da berbat. Sanki birkaç kişi oturmuşlar da insanları okuldan, edebiyattan, tarihten, coğrafyadan ve hatta hayattan nasıl nefret ettirebiliriz diye düşünmüşler de bu sistemi kurmuşlar. Bu yüzden akademi ile aram hiçbir zaman iyi olmadı; lisans hayatımda da, yüksek lisans yaparken de sürekli hocalarla tartıştım, sistemi elimden geldiğince protesto ettim. Bana dayatılan müfredatın okuyup salaklaşmamı istediği kitapları değil, canımın istediği kitapları okudum mesela Cortazar’ı, Bukovski’yi, Rulfo’yu böyle tanıdım. Edebiyat okumama rağmen biliyordum ki, bu yazarları okulda öğrenmeyi beklemek bir hayal." 
Ben bu cümlelerde biraz kendimi buluyorum sanırım. Anlattıklarının bende baya karşılığı var. Ben de sürekli hocalarla kavga ederdim. Bazıları beni anlardı. Sebiha hoca ayıya dayı demem gerektiğini söylerdi falan. Ama beni anlardı. Ben çok severdim onu. İnsan, kendini anlayan birini nasıl sevmesin. Konu çok başka yerlere kayıyor. Özetlemem gerekirse; Sebiha hocayı çok severim ve ikimiz de eğitim sistemini kabul edilebilir bulmayız. Kaan ve Sinan Canan da bizim tayfadan, bir de halam var. Ama konu bu değil. Yazı bu bağlamda gelişsin istemezdim ama olan oldu. Ben şeyle ilgili yazmak istiyordum. Yavaş yavaş oraya geleyim. Yazdığım bir yazıya yapılan bir yorum beni bir yazı yazmaya mecbur etti. Yapılan yorumu paylaşayım ilk olarak; "Son paragrafta yazdığın bazı şeyler o kadar birbirinden bağıntısız ki. Konuyla ne alakası var diye sorduğum oluyor. Yine bir yerlerden yakalamaya, bağdaştırmaya çalışıyorsun fakat onca şeyin arasında fazlasıyla göze batıyor. Haricine gelicek olursak konu güzel ve açık. Yazımın güzel. Sadece konulardan fazla uzaklaşabildiğin oluyor, hepsi bu." 

Öncelikle sevgili yorum sahibi, sana baya düşünüp -kendimi aşarak- güzel bir cevap yazmıştım ama Gmail şifremi unutmuşum, paylaşamadım yorumumu. Şimdi burada sana cevap olarak bu yazıyı yazıyorum. Haklısın, berbat bir yazı yazmışım. Yer yer çok bağlantısız oluyor. Hatta yazının tümü bağlantısız ve çok saçma. Ben okur olsam tahammül edemezdim sanırım böyle bir yazı okumaya. Antoine de Saint Exupery şey diyor "Mükemmelliğe eklenecek hiçbir şey olmadığında değil, çıkarılacak hiçbir şey olmadığı zaman ulaşılır." senin eleştirdiğin yazıda sırf yazılmış olsun diye yazılmış ve çıkarılması gereken o kadar cümle var ki...
Zaten değil mükemmel, iyi bir yazı bile değil. Ben kabul ediyorum bunu. Ama blog da burada işe yarıyor. Kişisel gelişimimi çok net bir şekilde gözlemleme şansı veriyor bana. Yaptığım yazım hatlarına, kurduğum gereksiz cümlelere bakarak gelişimimi izliyorum.  Düşünce dünyamın, ufkumun kısıtlılığına karşımda duran somut bir şeymiş gibi bakabiliyorum blog sayesinde. Ve değişimi,  gelişime çevirdiğimi blog sayesinde fark ediyorum. Bu yüzden de bu bloga önem veriyorum. Yüzde yüz haklı olduğun eleştirin için çok teşekkür ederim. Beni daha çok eleştir. Herkes eleştirsin. Böyle güzel oluyor. 
Devamı »

O kız için

Her şeyi değiştiren o kız'a

Oraya vardığımda, bir adliye önü gibi iğrenç bir manzara ile karşılaşmıştım. Nasıl betimlenebilir böyle bir iğrençlik, bilmiyorum. Herkes sigara içiyordu ve hiçbiri sigara içen iyi insanlara benzemiyordu. Şairler, sigara içen iyi insanlardır. Evet, şairler iyi insanlardır. Evet, ben şair olmak istiyorum. Şair olmak için şair gibi yaşamalı insan. Şair gibi yaşamam için yanımda sen olmalısın, çünkü ah muhsin ünlü'nün bir dizesine kapıldım, sürükleniyorum;
"sen beni öpersen belki de ben şair olurum"
bir ihtimalin peşinden gidiyorum, işte. Kalbimde bir şiir taşıyorum; o şiir sensin sevgilim.
Seni sessiz seversem, yüreğimi oku, kalbimin sesini dinle. Kalbimin bilgelikle konuşan yakışıklı bir sesi olabilir. İçimden bir şeyler yazmak geliyor, sanırım içimin "kalp" denen yerinden geliyorlar;
Yıldızlar düşüyor dünyaya, yağmur damlaları olarak.
Yıldız yağmuru var, oysa biz öpüşmedik.
Biz öpüşürsek; yağmur yağar, çiçekler açar ve güzel günler gelir.

Seninle uçurtma uçurmalı, gazoz içmeli ve gökyüzünü boyamalı
Bir ülke hanedanın ortak malı olmamalı
Her ülkede suya resim yapılmalı
Seni, seviyorum
Devamı »

18.6.15

Şu Devirde

Sizce dünyayı, dünyanızdan ayıran şey nedir? Ya da yaşamı ölümden ayıran o kısa çizgi tam olarak ne? Şu an gerçekten yaşıyor muyuz yoksa kafamızın içindeki simülasyonun bir parçası mıyız? Nesnel yargılarımızı nesnel yapan aslında bir çok insanın öznel yargısının bir standartta birleşmesi değil midir? Ya da bu sefer harbiden güzel mi sallıyorum, bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey varsa yaşanılacak en berbat nesilde yaşadığımız. Kaç büyüğümle muhabbete girdim, her biri diyor ki eskisi gibi değil insanlar. Büyüdü şu koca kent. Tüm ülkenin yarısı dolmuş bir İstanbul'a, almış başını gidiyor herkes. Evet belkide bu yüzden güvenemiyor kimse kimseye. Ve belkide bu yüzden insanlar su içer gibi kazık atıyor, üzüyor birbirini. Bu yüzden bir insanı kolayca silebiliyor ve amaan başka insan mı kalmadı koca dünyada diyor. Bu yüzden sanki bir daha neredee göreceğim bu dallamayı deyip çıkarcılık peşine koşuyor, yeri geliyor dolandırıyor. Nimet bakımından 10/10 bir devirde iken insanlık bakımından 100 kişiden bir dost çıksa şükrediyorsun. Çıldırmış bu insanlar... Bir kasaba samimiyeti  artık hayalden de öte olmuş. Komşum boş ver paran yoksa sonra verirsin samimiyeti sanki dünyadan çalınmış. Millet samimiyetten çıkmış artık, paranın resmiyetine girmiş herkes. Anlamıyorum herkes sever parayı da kim ne diye bir yoksuldan tepeden tırnağa yararlanır? Adaletsizliğin şu safhaya geldiği dünyada ölüm tatlı geliyor. Ve en kötüsü de bende bu insanların bir parçasıyım. Hepimiz. Hepimiz ve istemsizce. Bilinçaltımıza yön vermekte görevli olan bilincimiz bile şaşıyor şu devirde. Koyun sürüsü misali ayrılmışız ovamızdan. Gidiyoruz bir kıyamete. Sonumuz hayrola...
Devamı »

29.3.15

Sesine kulak vermek istiyorum...

Berke'nin "Furkan neden yazı atmıyorsun?" sorusu beni bu yazıyı paylaşmaya itti. Iyi seyirler, pardon iyi okumalar. Iyi okumalar da yakışıklı bir kelime değil ama neyse;

Mektuplaşarak da sarılabilirdik ve bu günah olmazdı; çünkü biz, düşündüklerimizden, hissettiklerimizden değil, yaptıklarımızdan sorumluyuz. Bir mektupla bana sarılabilirdin ve ben bunu iliklerime kadar hissedebilirdim. Ah, keşke şu devirde 'mektuplaşma' değeri, kavramı hâlâ yaşıyor olsaydı. Ah, bana bir mektup yazsaydın ve biraz sen koksaydı o mektup. Düşüncelerin, baharı getirmiş olsaydı, çiçek açsaydı, çiçekler düşüncelerin kadar güzel koksaydı. Sen beni sevseydin, ve ben şairlikten, yazarlıktan elimi eteğimi çekseydim; ben, sevildikçe şiir olsaydım. sen beni seversen ben şiir olurum, söz. Beni sev, yalnızca senin okuyacağın bir şiir olayım. Hem, senin sesinde gökyüzü var, uçan kuşlar, zamana karşı koyamayıp kayan yıldızlar var, İsmail abinin gemisi sesinde ve ben o gemiyi bekliyorum. Yıldızlar kayıyor ve sesini diliyorum. Güzel bir sesin var, içimde bir ressam ayaklanır sesini duyunca; gökkuşağı renklerinin hepsini içine almış, renklerin birbirine geçtiği bir ağaç resmeder. Hadi ben şiir olayım, sen de o güzel sesinle bir şiir oku...
Devamı »

14.3.15

Değişim, sanıldığı kadar zor bir şey değil

     Furkanın ard arda attığı 5 yazıyı görünce, sizlerden uzak kaldığımı fark ettim. Sanırım 2 yılın ardından yeniden dertsiz ve kafası rahat bir insanım. Yazarlığın %90'ı efkarmış meğer. Biraz efkar için kulaklarıma müziğin dert tonlarını aşılayıp sizlere güzel bir yazı yazmak için niyetlendim. Yok böyle giderse kendime yeni bir dert bulmam lazım. Yazmadan olmuyor.
     
     Nedense bir çoğumuz kişiliğimizin oturduğuna inanıyoruz. Kendimizi değiştirmenin, engel olmanın, kontrol etmenin ya da içimize yerleşmiş bir huyun içimizden çıkamayacağına kendimizi adamışız. Halbuki değişim konusunda hepimiz ilk adımda pes ettik. Aksine tam da kişilik oturtma yaşındayız. Avantaj şu ki kimse size zaman sınırı koymuyor. Yaşadığınız sürece her saniye değişime hazırız. Tek altın kural, pes etmemek.
     
     Diyelim ki kötü bir huyunuz, alışkanlığınız var, ki elbet vardır. Size bu konuda kötü bir haberim var. Eğer şu yaşlarınızda bu kötü huyunuzu oturtursanız, gelecekte değişmek epey bir zor. İyi haber ise halen genç bir insan olmamız. Her şey inanç ve biraz da adanmışlıkla başlar. Değişimdeki en büyük düşman nefsi, inanç ile alt etmek. 

     Seçim anları

     Değişeceğimiz konuyu belirledik, gerçekten inandık, istiyoruz ve gerçekten kendimizi yaparım, yapmalıyım diyerek adıyorsak, başlayalım. Aslında çok da zor sandığımız değişim ilk adımdan sonra çok daha kolay. Zorlanacağımız en büyük konu seçim anları. İlk adımlarda tamamsak, hayatın seçim anlarını bekliyoruz. İkilemde kaldığımız zaman önümüzde iki seçenek kalıyor. İnanç mı? Nefis mi? Burada araya "İrade" kavramı giriyor. Hayatın ve kendimizin en zor ve en hileli yolu olan iradeyi kontrolü burada inanç ve isteğimizle alt etmemiz gerek. Nefsi mi seçtik. Yapamadık mı? Sorun yok arkadaşlar. Pes etmeyin. Elbet hayat bir ikilemde daha bırakacak bizi. Zorlayın kendinizi. Zoru sevin biraz. Hırslı olun. Yenin kendinizi. İnanın ki iradesine sahip bir insanın şu dünyada yapamayacakları çok sınırlı. Ama en güzel yanı şu ki iradesine sahip insan doğru yolu bulur.

     İnsan beyninin küçük bir bölümünü kullanır ya hani. Hepimiz birer Einstein'ız, haberimiz yok. Ben inanmıyorum bilim adamlarının doğuştan yetenekli olduğuna falan. Zekiliğe kesinlikle inanmıyorum. Nedir zekilik? Kimse kimseden üstün değil. Beyin bir yarış arabası biz de sürücü koltuğundaki deneyimsiz sürücüyüz. Ne kadar toz yutturursak o pistlere, ne kadar kullanır ve öğrenirsek bir şeyleri o arabayı kullanmak hakkında, ne kadar profesyonel bir sürücüysek, o kadar zekiyiz. Herkesin arabası aynı. Olay sürücüde. Sürücünün ne kadar tecrübesi olduğunda. Öğrenmekten korkmayın, öğrenin, eğitin kendinizi. Mantık doğuştan değil, sonradan kazanılmış bir yetenek. Ve en güzel dostumuz bilinçaltımız. Siz sadece görün, duyun, hissedin. Gerisini ona bırakın. O sizin en büyük destekçiniz.

     Asla sözüne ne kadar karşı olsam da, asla pes etmeyin arkadaşlar. Herkes altın kafeste doğuyor, önemli olan kapının kilidini kırabilmek. Kalın sağlıcakla.
     
Devamı »

12.3.15

Annemi, anneni sevdiğin gibi sev...

Nar çiçeği renkli çorabımı seviyorum. Aslında bu çorap portakal rengi ve ben şiir nasıl yazılır bilmiyorum. Annem, portakal kokusunu ve portakallı çikolatayı çok seviyor. Ben, annemi ve seni çok seviyorum. Anneme "anne" de istiyorum. Bu anam anan olsun demek değil. Bu anam anan olsun demenin modernize edilmiş versiyonu. Belki tek farkı şehir jargonu ile söylenmiş olması, belki biraz daha romantik, belki daha fazlası. Şehir insanı romantik değil. Ben seninle denize kıyısı olan ve portakal kokan bir ev istiyorum.
Başka söze gerek yok, portakallı çikolata yiyelim ve annemi, anneni sevdiğin gibi sev...
Devamı »

28.2.15

Hüzün

Einstein'ın neden çıkardığını anlayamadığımız dili gibiyim. Sigara ile futbol arasında kalıp sigarayı seçen büyük yetenek Cryuff gibiyim. "Futbolda yanına yaklaşmasak bile tütün tüketiminde yakaladık adamı" cümlesini kuran iki umursamaz tiryakiden biri benmişim gibi hissediyorum, ama değilim. Sigara içmiyorum dolayısıyla tiryaki olamam. En azından sigara tiryakisi olamam. Ama çay tiryakisi olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum.  O iki tiryakiyle benzeyen bir yanım var; hüzün. Hüzünlüyüm. Kendimi güldürmeye çalışıyorum. Ama ne yaparsam yapayım kaderin tartısında hüzün ağır basıyor bugün. Bilmiyorum. Yazmak dertli adam işi, o yüzden yazıyoruz. Yazmak iştir. Yazı hüznü bastırıyor sanki, ama yazacak gücü, bu eyleme yetecek gücü zar zor bulabiliyorum kendimde.
Yol yorgunuyum ben, bana çay verin!
Çay, içkilerin en güzeli. Çay edebiyatı yapan adamları seviyorum. Dilde yabancılaşmaya karşıyım ama Ice Tea seviyorum. Kendimi yabancı hissediyorum. Bugün buralara yabancıyım. Sözcükler dökülüyor zihnimden bardaktan boşalırscasına. Birazcık yağmur hiç kimseyi incitmez diye bir şarkı vardı, şu an o geldi aklıma. Okuduğuma memnun kaldığım kitaplardan birinde yazarın yağmurla ilgili fantastik bir cümlesi vardı "Eğer insanlar yağmur olsaydı ben çiselerdim o ise bir fırtına olurdu." Yabancı bir yazardı bu cümleyi yazan ama evrensel hislere tercüman olmuştu. Yabancı demişken, aklıma bir video geldi. 4 büyük meleği soran arkadaşa "biz buraların yabancısıyız" diyen ablaları hatırladım. Bu trajikomik olay bile en fazla bir tebessüme sebep oluyor suratımda. Ablalar kadar yabancı olmak zor, onlar çok yanlış gelmiş belli. Bir sıralar bana yabancı olan hüzün şu an üzerime yapışmış, her yanı saran dar pantolon gibi. Belki hüzün bu ablaları zorlardı ama artık hüzün tanıdık. Hüznün pençesinde kalmış bir yazar başka ne yazar ki? Hayır, sen beni tehdit etsen ne yazar? "Her yanı gece olan insanı, karanlıkta korkutamazsın" Benden bu kadar. See you soon...
Devamı »

19.2.15

Mutluluk

Bir deneme yazmak istiyorum. Bu niyetle oturdum bilgisayar başına. Sevmiyorum bilgisayar falan, daktilo istiyorum. Antika adamım ben. Madden pul koleksiyonu yapıyorum, manen ise hatıra koleksiyoncusuyum. Sağ olsun dedem bana harika bir koleksiyon hazırladı ve bir insan sevse de sevmese de koleksiyon yapmanın ciddi bir iş olduğunu anlattı. Din gibi bir şey, inansanda inanmasan da din pek çok insanın hayatında önemli yer tutuyor ve önemli bir şey olduğunu kabul edip ciddiye almalısın ama inanmak istemiyorsan inanma.  Her neyse anneannem'in bana öğrettiği şey daha kıymetli; abdestli dolaşmak.  Inanın hayat kolaylaşıyor ve bir huzurla geziyorsun. Yavaş yavaş gelmek istiyorum konuma, bakın ben bilgisayar sevmeyen antika bir adam olarak kendimi 5-10 sene sonra Google'da yönetici olarak görüyorum. Antika bir adamın teknoloji firmasında yönetici olması, hayat kadar ironik. Neyse, ıhlamur içmenin güzelliğini unutmuşum, artık mevsim kış bol bol hatırlatır. Ihlamur içerken zarif bir hüzün var aklımda ama bugün mutluluğu yazacağım. Mutluluk olaylara bakış açımızdır, hayatı yorumlayış tarzımız. Bazılarımız hava güzel olduğu zamanlar mutludur -havanın güzelliği fazlasıyla göreceli bir kavram, mutluluk gibi-
bazen unutulmuş bir dosttan gelen telefon mutlu eder -bence dostlar unutulmaz, unutulmuş lafın gelişi işte-  bazen sevdiğimiz bir insanın el sallayışı mutluluktur. Bazen kimden gelirse gelsin içten bir tebessüm mutluluktur. Mutluluk etrafımıza ışık saçmamızı sağlar, geceyi aydınlatırız belki. Mutluluk çok güzeldir, o kadar güzeldir ki aradığımız vakit kaçmaz bizden. Bazen bir şarkının sözlerinde bazen sevdiğimizin gözlerinde buluruz mutluluğu..
Dediğim gibi mutluluk hayata baktığımız pencere ile doğrudan alakalı, yani mutluluk her zaman daha iyiyi görmek yerine her zaman şükredilecek bir şey görmektir.  Bazıları için yemyeşil orman, masmavi denizdir mutluluk. Kumsalda uzun bir yürüyüş, denizde yüzüş, doğayla iç içe olmak mutluluğun başka çeşitleridir. Güzel bir manzarada koyu bir muhabbete dalmak ağır derecede mutluluk içerir.  Ve ağlamak, ağlamak mutluluktur. Mutluluktan ağlamaktan bahsetmiyorum. Yani yalnızca mutluluktan ağlamak mutluluğa dahil değildir. Bazen, ağlarsın. Ağladığın an kelimeler kifayetsiz kalmıştır. Sen de kelimelere yükleyemediğin anlamı, gözyaşına yüklersin. Yükle kardeşim.  Ayıp değil, yükle. Ağlarsın, biter, gözyaşı kalmaz stokta, belki kalır da ağlayasın kalmamıştır neyse, neden durursa dursun gözyaşının akışı, durduğunda rahatlayacaksın ve işte bu; mutluluk.
"Az ağlıyoruz, o yüzden çok kirli dünya"
Ben yukarda alıntıladığım cümleye sonuna kadar katılıyorum ve bu konuda tonalarca kelime sarf edebilirim ama mutluluğu anlatan bir yazı için fazlasıyla gözyaşı edebiyatı yaptım. Mutluluk sevdiklerimize iltifat etmektir, edelim. Çok güzelsin demekten çekinmeyelim ya. Mutlu edelim insanları. Son birkaç mutluluk benzetmemi yazıya döküp gitmek istiyorum ben. Bazen kahvaltı, o meşhur pazar kahvaltısı mutluluk, bazen uyku mutluluk, bazen sen ve sana benzeyen her şey mutluluk. Mutluluğun pek çok çeşidi var, sana farklı bana farklı olabilir ama biz farklı sebeplerden ötürü "biz" olarak mutlu olalım, mutlu kalalım. Mutluluk insandan insana bulaşan en güzel hastalık. Mutluluk insandan insana bulaştığı için bile güzel.  Sen beni seversen, belki bütün dünya mutlu olur. Mutluluk insandan insana bulaştığı gibi insandan insana göre tanımı da değişen biraz şiirli biraz sihirli enteresan bir olgu. Sen bir yazıda bul mutluluğu. Benim için ise bu yazıyı yazmak bile başlı başına mutluluk olsun.
Gel, mutlu olalım biz...
Devamı »

9.2.15

Nezaketi zayıflık sanmak

Bu yazı Kutalmış ÖZER adlı bir abi tarafından yazılmış. Çok hoşuma gitti emeğine saygı duyaraktan sizlerle paylaşmak istedim.

Zannediyorum çoğumuz kavgalarımızı kalabalıkta, en azından birden fazla insanın önünde etmişizdir..En küçük hakaretlere bile tebessüm etmeyi başaramamışızdır,Ego mu dersiniz, kişilik bozukluğu mu bilmem!

Çalıştığım koşullardan örnek vereyim; Biri size haklı veya haksız bir ithamda bulunuyor, birçok insan(çalışan,hasta vb..) sizi dinliyor o an, eğer cevap vermezseniz zayıflığınızı tescilleyip zaferini ilan ediyor saldıran taraf..'Gelin konuşalım,sakin olun' dediğinizde, sizin yanınızda olmadığı ilk anda yakınına, eşrafına 'Nasıl döndü 180 derece' demekten çekinmiyor..Çok nadir geliyor konuşmadan sonra 'Haklısınız, özür diliyorum' diyen..Anlatıyorsunuz dinlemiyor kimisi..Bağırıyor sadece, dediklerinin bir önemi yok yüksek sesle söyleyince kendini iyi hissediyor besbelli..

Siz hiç bir arkadaşınız için nezaket sahibi delikanlı dürüst bir insan dediniz mi? Zannetmem..

Delikanlı=Güçlü
Dobra=Güçlü
Nezaket sahibi=Zayıf
Anlayışlı=Zayıf
Kibar=Zayıf

İşte biz insanları böyle kodluyoruz..Bu yüzden hakediyoruz gösterdiğimiz nezaketin karşılığında cezalandırılmayı...
Devamı »

4.2.15

Tanışılması gereken bir şair; Güven Adıgüzel

Güven Adıgüzel'in açık kalp ameliyatı şiirinin bir bölümünü paylaşmak istiyorum, etkileyici bir bölümünü.
-En azından benim için öyle olan bir bölüm-

"Sana söyleyemediğim şeyler var.
Sana söyleyemediğim şeyler bahsi, dünyanın yenilmiş bütün çocuklarını kapsar.

- Bakkala veresiye yazdıran Meksikalı bir gerillanın Sigarasını yakmak üzere gökyüzüne bakması da şiirdir, mesela -

Seni, seviyorum"
Devamı »

Bir dost yazısı

Bir dostum, kendi gibi hissedenler (People like us) için şairane bir yazı yazmış. Benden paylaşmamı rica etti, buyrun okuyun;

Hiç sevdin mi? Sana ilk seni sevdiğini söylediği an mutluluk sarhoşu olup ayrılırken hiçbir şey demeyip gittiği oldu mu? Her gördüğünde yeniden aşık olduğun insan seni sevdiğini söyledi ve sende bu yalana inandın mı? Onun için elinden geleni yaptın ama yine ona yetmedi mi? Sen kalbini tümüyle ona verdin ama ona az mı geldi? Sen onun için yanıp tutuşurken onun için bir başkası mı vardı? Onu özlerken; özlediğini biran için bile hissetmesini umduğun oldu mu? Dönüp yanlışlarını düzeltmek istedin ama hayat sana izin vermedi mi? Hiç yeterki dönsün dedin mi? Hiç bu kadar büyük kumar oynadın mı? Sadece sana dönmesi için herşeyini ortaya koydun ama onun için bu kumarın ufacık değeri olmadığını farkettin mi? Artık bitti, ne olursa olsun dönmeyeceğim dediğin an bile nasıl kavuşacağının hayalini kurdun mu? Herşeyinle bağlanıp öylece ortada bırakıldın mı? Sevmek mi istedin sadece? Baştaki soru hiç sevdin mi olmamalı. Sevmek buysa sevmek, sevmek olmamalı. Seninde kafan karışıksa. Sende sevmişsen. Sende hep kaybedensen. Yalnız değilsin.
Devamı »

Eski bir bilgisayar gibi

Bazen beynim, olaylar karşısında tıpkı eski bir bilgisayar gibi donup kalıyor. Ne reset tuşu var kafamın ne de zamanı durdurabiliyorum o an. Aslında bu durum küçükken daha sık olurdu. Tecrübesizlik, kötü şey. İsyan ediyoruz acı tecrübelere ama o bile bizi biz yapan unsurun ta kendisi. İsyan denen şey ise ayrı bir rezillik. Kader denen gerçeklik kusursuz bir yazı. Gerçekten oturup derin biçimde düşünürseniz görürsünüz ki yaşanan iyi ve kötü her olayın sizi siz yapmaya katkı sağladığını. Olumsuz bir şey yoktur aksine olumsuz tarafından bakmak vardır olaya. Bardağa dolu tarafından bakmak lazım lafı, gerçekten harikulade. Çünkü yaşanan her kötü olayda bile bakılacak iyi taraf vardır. Bakıyorum insanlara. Depresifler. Utanmasalar annelerinin karnından depresyonla fırlayacaklarmış resmen. Biri de çıkıp demiyor ki "ya sen ne gördün ki bilader". Çok zenginsiniz. Şu an bu yazıyı okuyorsanız bi internetiniz ve teknolojik bir aletiniz var. İnsanlar zamanında köle dahi olmuşlar. İşte ne yaşarsanız yaşayın 'köle' ile karşılaştırıldığınızda siz bir Ali Ağaoğlu, Acun Ilıcalısınız. Şükür kelimesini hayatınıza katın. Bugün olumsuzlukları değil de olumsuzluk içindeki olumlu yanları keşfedin. Küçük bi bakış açısı değişimi sizi tamamen pozitif yapacak bugün...
Devamı »

3.2.15

Hatırlat da bir ara kitap koklayalım

Nargile içen ve bundan keyif alan bir insan olduğumdan mı bilmiyorum ama soğuk havalarda konuşurken ya da üflediğimizde çıkan nargile dumanımsı hava her daim çok hoşuma gitmiştir. Yağmurda ıslanmanın bana verdiği keyif ile nargile arasında bağlantı kuramıyorum
-şaşılası bir durum değil-.
Aslında hayat böyle bir oyun, bağlantı kurarak ilerlediğimiz bir oyun. Bir şeyleri bir şeyler ile ilişkilendirince, anlamlandırmak kolaylaşıyor. Daha anlamlı oluyorlar. Belki de o dumanımsı havanın benim zihnimde anlamlı olmasının tek sebebi;nargile dumanı çağrısımı yapması.  Belki de değil. Çocukluğumu net hatırlasam bu saçma ve gereksiz denklemden çabucak sıyrılabilirdim.   Eğer nargile günleri öncesi o şey anlamlı ise nargile onu anlamlandırdı diyemezdim çünkü o zamanlar nargile ile tanışıklığım yoktu. Bu saçma şey(bağıntı) neden zihnimi meşgul ediyor, bir yandan merak ediyor öbür yandan cevabı biliyorum
-cevabını bildiğim sorular sormayı çok severim-.  O kadar çok ciddi konu var ki. Üzerine düşünüp dertlenecek esaslı konular. Bir ülkenin geleceği, okumayan bir nesil, telefonunu bir saniye bulamasa kalbi yerinde yokmuşçasına panikleyen koskoca bir insan topluluğu. Bunları düşünmek yerine o saçma bağlantı ile didişmek daha huzur verici. Christopher Nolan, o hayran olduğumuz filmlerin yapımcısı, Ferrari kullanıyor olsa kıskanır ve aynısını kendimiz için isteriz. Ama bu adam herkesi içine çeken bataklığa girmeyip cep telefonu kullanmadığında, onun bu zihinsel olgunluğu kimse tarafından kıskanılmaz. Ve insanların anlamakta güçlük çektiği en temel şey şu; o zihinsel olgunluğun bir çeşidine ulaşmadan, herkesin hayran olduğu işler yapılmıyor. Teknolojinin sınırsız nimetlerinden yararlanmayalım demiyorum. Bu insanlar telefonu tüm gün aptalca işler, oyun oynamak vesaireden ibaret sanmasa ve şu aygıt ile okuyabileceği kitaplara, faydalanabileceği araştırmalara yönelse zaten bu yazıyı yazma gereği duymam. Ve bu arada her ne kadar telefondan büyük kütüphanelere erişebiliyor da olsak, kitap kokmayan bir kütüphane ne kadar kütüphane olabilir ki?
Devamı »

Mesela...

Mesela bu hayatta yalnızsın. Her anında. Şimdiye kadar yaşamadıysan elbet bir gün yaşayacaksın. Ve bir iki kere değil bir çok kere. Dostların sevgilin ailen çocukların. Gerçekten yalnızsın şu hayatta. Birini çok sevme asla. Hep bi adım geri kal. Çevrendeki herkesi yokmuş gibi kabullen. Çünkü gün gelicek ve orada olmayacaklar. Buna ben de dahilim. Şu dünyada bırak bi grubun,  iki insanın bile birbirine bağlanması imkansız. %99 oranında yaşarsın belki bunu. Ama asla kopmaz olamayacak o bağ. Dünyanın kötü yanlarını bırak. Ölüm denen kaçınılmaz gerçek. Ayıracak seni herkesten. Sevdiğin sevmediğin. İyi ol şu dünyada çünkü bi gün sen de gideceksin. Bazen kimsenin ne düşündüğünü önemseme. Yukarıda Allah var ve içimi biliyor diyip geç. Rahatlama ve en etkili kaçış yöntemi bu. Ve aynı zamanda da doğru. Pişman olursan yaptığın bir şeyden üzerinde düşün. Yol çiz kendine. Tövbe et. Ve o pişmanlıktan en doğru kararı çıkartıp hayat felsefene ekle. Kısa şu hayat. Küçük Şeyler için kimsenin kalbini kırma. Onlar kötü ve beni üzerler deme çünkü böyle bir şey yok. Kimse seni kendinden daha fazla üzemez. Kimse senin kadar zarar veremez sana. Madem nefret ediyorsun bu dünyadan ki bence de nefret edilesi. Hazırla kendini diğer dünyaya. Kendini asla boş yere üzme. Hatta şöyle diyeyim. Kendini asla üzme. Dön geçmişe ve bir bak. Üzüldüğün onca şeyi yorumla. Olayı değiştirmemekle birlikte sana verdiği tek şey boşa zarar. Üzülme üzülme diyorum ama duygusuz da olma. O zaman kalp kirarsin. Kırma kalp. Iyi ol şu dünyada. Insanlar arkandan küfür değil dua etmeliler. Bencil olma paylaş bir şeyleri. Ama iyi şeyleri. Mutlu et birilerini. O mutluluğu karşı tarafta hissetmek seni de mutlu edecek. Eğer bu dünya senin için gerçekten nefret edilesiyse içtiğin suya bir bak. O su senin yaşaman için en önemli madde. Ve sen ona sahipsin. Çok şeye sahipsin şu dünyada. Hava denen şeye sahipsin. Nefes alamadığını bir düşün. Ne kadar da zenginsin bugün. Nefes alabiliyor ve su icebiliyorsun. Bırak kötü insanlar kötülükleriyle mahvetsinler kendilerini. Ama sen iyi olduğun sürece Allah seninle, bunu unutma.
Devamı »

Hakkımızda

Tanımlarüstü manifesto; yazıyoruz. Hakkımızda bilmeniz gereken tek şey bu; yaşıyor ve yaşadıkça bir şeyler yazıyoruz... Yazıyoruz ama yazar değiliz. Belki bir gün olma yolunda iki genciz. Devamı Biz bölümünde.

Popüler Gönderi

Copyright Berkeozkn Last Update : 17/10/2015